24 Ocak 2024 Çarşamba

Süleymaniye'ye Doğru


Fotoğrafı görünce daldım gittim…
O günlerde, o kapıdan geçtiğim anlara tanıklık eder gibi: “1980 kışında Süleymaniye’ye doğru” demişler fotoğrafın alt başlığında.
Veznecilerden sapıp, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçip Süleymaniye’ye doğru giden daracık yol burası…
1980 yılında bir yıl çalıştığım Süleymaniye Kütüphanesi ile yatıp kalktığım Samatya’daki eve bu yoldan yürüyerek gidip gelirdim.
Fotoğrafı görünce kırk yıllık anılar ardı sıra düştü gözümün önüne…
1979 Yılında Ankara’da üniversiteyi bitirip, 22 Ekim günü Kültür Bakanlığı’nda o güzel insan Ahmet Taner Kışlalı’nın basın bürosunda çalışmaya başlamıştım.
Yirmi gün sonra Ecevit’in üçlü koalisyonu devrildi, 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Birkaç haftalık devlet memurluğumda ilk sürgünü özel kalemden Tanıtma Yayınlar Dairesi’ne geçirilerek yaşadım. O gün Tanıtma Yayınlar Dairesi Başkanı olan Adnan Binyazar görevden alınmış, bizleri toplayarak ömrüm boyunca unutamayacağım veda konuşmasını yapmıştı.
120 Can’ın katledildiği Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü olan 19 Aralık günü Bakanlıkta yemek boykotu yaptık.
Tanıtma Yayınlar Dairesi’ne Kırklarelili olduğunu duyduğum Melin Has Er adlı bir bayan getirilmişti. Bizleri o kış, kapısında “Düzelti Odası” yazan bir salona kapadılar.
Yaptıkları ilk iş, “Ulusal Kültür” dergisinin adını “Milli Kültür” olarak değiştirerek 12. sayıdan itibaren yine basmaya başlamak olmuştu.
O “Düzelti Odası”na bizi kapamışlardı ama biz hiç boş durmamıştık. Bedreddin Cömert’in ‘Croce’nin Estetiği’, Roland Barthes’in ‘Göstergebilim İlkeleri’, Ülker Köksal’ın bir çocuk kitabı olan ‘Barış Gezegeni’, Hoca Sadeddin Efendi’nin beş ciltlik ‘Tacüt Tevarih’, Selim İleri’nin hazırladığı ‘İlkgençlik Çağına Öyküler’ kitaplarının baskılarını heyecanla tamamlamıştık.
Bir gün arkadaşlardan biri elindeki ‘Milli Kültür Dergisi’nin 1979 Aralık sayısını sallayarak odaya girdi. “Bunlar ezanın ne ile başladığını bile bilmiyorlar!” diyordu. Daire Başkanı Melin Has Er derginin başyazısında, “Ezan kelime-i şahadetle başlar” yazmıştı.
Ertesi gün başta Cumhuriyet olmak üzere birkaç gazetenin birinci sayfasında bu haber çıktı.
Kısa zaman sonra ‘Düzelti Odası’ndan 3 memur sürgün edildi. Erzurum, Kars, Ardahan beklerken, şaşırtıcı şekilde Vecdet, İstanbul Fatih Kütüphanesi’ne, Şahika Kariye Müzesine ve daha ‘asaleti tasdik’ edilmeyen ben Süleymaniye Kütüphanesi’ne gönderildik.
Yeni işyerlerimize “militanlar geliyor” duyurusu yapılmış, bizden önce hedef gösterilme haberleri gitmişti.
1980 yılı içinde 12 Eylül darbesini de yaşadığım bir yılı İstanbul’da geçirmiştim.
El yazması kitapları okuyabilecek düzeyde Osmanlıca öğrendiğim Süleymaniye Kütüphanesi yaşamımda önemli değişiklikler yapmıştı.
Fotoğrafta gördüğünüz yol; Veznecilerden sapıp, Bozdoğan Kemeri’nin altından geçip Süleymaniye’ye doğru giden o daracık yol, toplu taşımı kullanmayıp onca hava kirliliğine aldırmadan aylarca yürüdüğüm yoldu. 

 

8 Şubat 2022 Salı

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ?

 

O İNSANLARIN KEMİKLERİ NEREYE GİTTİ? 

Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri

 toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen

 yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı. (1)

 

  

   Eski adıyla Türkbey’deki evimde, yatak odamın penceresini her açtığımda -şimdi köylerin çöplüğü olarak kullanılan- Balkan Savaşı’nda Bulgar komutanların tanımına göre “66 Rakımlı Tepe”yi ve yüz on yıl önce kazılmış o siperlerin kalıntılarını görürüm.

   Istranca’dan, Mahya Tepe eteklerinden doğan “Karaaağaç Deresi”, Türkbey’in yanından geçip Ergene’ye akar. Yazın sulamalardan dolayı suyu azalsa da; sonbaharda, hele de kabına sığmayacak yağmurlardan sonra bol sulu, yüksek ağaçların arasından akıp giden geniş yataklı bir deredir.

   Pınarhisar’dan Lüleburgaz’a doğru uzanan dereyi geçip ilerleyecekseniz, öte yandaki zorlu bayıra tırmanmanız gerekir.

   Dere boyunca kilometrelerce uzanan bayırdan attığınız her taş dereye düşer.

   Karşı bayırda boş yer yoktur. Her yer ekenek; o zamanlar bağlıktı şimdi gündöndülük, buğdaylık…

   Çevrede, sağlam yağan yağmurun sonrasında topraktan fışkıran mermi kovanları, kırık tüfekler, paslanmış fişek yığınları, süngüler, mataralar tarlaları süren traktör pulluklarına takılır da, nedense hiç savaşta ölmüş insanların kemikleri bulunmaz!

   Oysa 1912 yılı Ekim ayı sonu dört gün, bu topraklarda kendiliğinden oluşan elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’ boyunca Balkan Savaşı’nın en kanlı çarpışmaları yaşanmıştır. Bulgar kaynakları, bu savaşta 2536 Bulgar askerinin öldüğünü ama yaşamını yitiren Osmanlı askerlerinin sayısını kestirmenin olanaksız olduğunu yazarlar. (2)

   Savaş süresince Osmanlı cephesindeki subayların %75’inin de içinde bulunduğu elli bin askerin öldüğü söylenir. (3)

   1. Balkan Savaşı 18 Ekim 1912 günü Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle başlar. 24 Ekim’de o zamanki adıyla Kırkkilise, direniş olmadan teslim alınır. Gazetecilik göreviyle bölgeye gelen, tarafsız yazılarıyla savaşı okuyucularına aktaran Lev Troçki: “Türklerin Kırkkilise’de tutunma gibi bir hesapları yoktu ve orayı esas olarak zaman kazanmak için savunmuşlardı,” der. (4)

   Bulgar komutanlar Kırkkilise’nin kolaylıkla teslim alınmasına şaşarlar ve başarıyı ödüllendirmek için olsa gerek orduya üç gün izin verirler.

   Bulgarlar, güneye indikçe; Babaeski’ye, Lüleburgaz’a yaklaştıkça bulduklarına daha çok şaşırırlar. Sorunsuz işleyen tren yolu, üzerinde cephane yüklü iki tren katarı, çamura saplanmış onlarca top, bol miktarda erzak savaşmadan onların olur.

   Bulgarlar bölgede ilk kez, 28 Ekim 1912 günü Karaağaç Deresi’ni aşıp bayıra tırmanınca

Osmanlı askerleriyle karşılaşırlar. Sonra başlar mitralyöz ateşleri, top-tüfek sesleri; şarapnel patlamaları; yaralanan insanların çığlıkları, inlemeleri… 

   Bizim karşı bayırın üstü tam dört gün boyunca Osmanlı askerlerinin, derenin beri yanı ise Bulgar askerlerinin olur.

   28 Ekim 1912 gecesi için Bulgar 3. Ordu komutanı General Dimitrief, emrindekilere 7 maddelik buyruk verir: “Gece için emniyet hattı 66 rakımlı tepedir (Türkbey’in 3 km. doğu-güneyinde)” der. “4. Ve 6. Tümenler arasında irtibat noktası 66 rakımlı tepedir(5) , diyerek bizim “66 Rakımlı Tepe”yi hedef gösterir.  

   Bulgarlar için savaşın pembe günleri orada biter; 28-29 Ekim günleri çok zorlamalarına karşın elli km.’lik ‘Osmanlı Savunma Hattı’nı delemezler.

   29 Ekim 1912 gecesini gazeteci, tarihçi, yazar Aram Andonyan, 4. Kolordu komutanı Abuk Ahmet Paşa’nın ağzından şöyle anlatır:

   Ve gece oldu. Abdullah Paşa, hayırlı haberler almıştı 3. kolordudan. Ertesi günü beklemek üzere askerlerine dinlenmeye çekilme emrini verdi. Bulgarlar da ateşi kesmişlerdi. Osmanlı sol kanadının komutanı Abuk Paşa sonradan şunları anlattı:

   ‘O zaman, askerlerimiz dinlendiler, siperlerde uykuya daldılar; fakat gece yarısına bir saat kala, mevzilerimiz hakkında çok iyi bilgiye sahip bulunan Bulgarlar, yeniden saldırıya başladılar. Öncülerimizin 300 m. kadar yakınına sokulduktan sonra projektörlerini siperlerimize yönelttiler. Gözleri kamaşan askerlerimiz, Bulgarların nerede bulunduklarını bilemiyorlardı, oysa Bulgarlar çok iyi görüyorlardı ve bizi gafil avlamayı başardılar.’

   Olan şuydu: General Dimitriyef, 6. tümenin henüz muharebeye katılmamış taze elemanlardan oluşan birliğini ateş hattına sürmüştü. Bu birlik, karanlıktan yararlanarak Türkbey tepesinden inmiş ve saldırıya geçmişti. Bulgarlar hiç ateşli silah kullanmadılar. Yalnız süngü ile hücum ettiler…(6)

   Abuk Ahmet Paşa’nın anlattıklarına karşın savaştan sonra “Bulgaristan Harbiye Nezareti Genelkurmay Dairesi Harp Tarihi Encümeni’nce yayınlandığı” ilk sayfasında belirtilen kitap: “Ordunun elinde bulunan pırıldaklar muhtemelen kıtaların varlığını ifşa etmek maksadıyla kullanılmamışlardır, (7)  diye yazar ama örnek olayda okunduğu gibi Bulgarlar acımasızca projektörleri kullanırlar.

   ‘Osmanlı Savunma Hattı’; acemi askerlerden oluşan Uşak, Kastamonu ve İzmit redif birlikleri tarafından savunulan “66 Rakımlı Tepe”de, bu olayla ilk kez delinir ve önlerinde engel kalmayan Bulgar ordusu, geride savaştan ve hastalıktan ölen binlerce insan bedeni bırakarak Kasım ayı ortalarında Çatalca’ya varır.

   Yıl 1912…

   Sonra… Toprağın üstüne serilmiş yüz binlerce insanın kemikleri toplanmış, İngiltere bu kemikleri alarak kaliteli porselen yapımı için ticari mal değerlendirmesiyle kullanmıştı.” (1) Yazımı, “Yedinci Bayrak” kitabındaki paragraf ile böyle tamamlıyor değerli yazar Ayla Kutlu…

   Sayın Ayla Kutlu ile hemen iletişim kurduk.

   Yüreğimizdeki şüpheyi giderecek, kitabındaki bilgiyi sağlamlaştıracak kaynakları sorduk.

   Sayın Kutlu’nun sıcak, içten yanıtı düşümüzde başka kapılar açarak geldi: “O sırada Ankara Radyosu’nda Drama Şubesi Müdürü Yahya Akengin anlattı: Balkan Savaşlarından sonra, İngiltere’de yayınlanan bir gazetede, ‘Bristol kentindeki porselen fabrikasına porselen yapımında kullanılmak üzere bir gemi dolusu Osmanlı askerlerinin ve halkının toprak üstünde kalmış kemiklerinin getirildiğinin yazıldığını’ söyledi. Ben anlatımımın ardında, kitabımın kaynakçası olan eserlerden birinde bu haberi gözümle gördüm. Ama şimdi hangisinde gördüğümü hatırlamıyorum. Aradan epey zaman geçti ve kitap beni çok yordu.

Yine de bugün iletinizi aldıktan sonra size çok güvenilir bir uzman kaynaktan teyit ettirdiğim bu gerçeği iletmekten dolayı içim rahat. Ülkemizde birkaç üniversitede ‘Tasarım’ bölümlerini kuran gerçek bir aydın ve çok çalışkan bir hoca olan, dostluğuyla onur duyduğum Önder Küçükerman’a teyit ettirdim,” dedi.  

   Düşman da olsa, ölen insana saygı; bırakın dini gerekleri en azından insanlık gereğidir, değil mi?

   Boşuna uğraştığımı bile bile, o yıllarda Tekirdağ Limanı’ndan İngiltere Bristol’e giden gemilerin olup olmadığını araştırdım. Belki sararmış defterlerde bir kayıt, tozlu sandıkların içinden çıkacak bir konşimento…

   İngilizlerin bu ‘porselen sevdası’ aklıma takıldı; yine ‘16. yüzyıldaki “Lale soğanları” çılgınlığı’ gibi, ‘15. yüzyılda en yüksek kubbeyi yapmak’ gibi Batı’nın Doğu’ya özentisi miydi?

   Kaliteye ulaşma demeyin; bence, onlardan daha iyi olduklarını sanıp, bu duyguyu kendilerine kanıtlama uğraşıydı.

   Çin’de üç bin yıl önce de porselen yapılıyordu. Zamanla elde edilen deneyimle 14. yy’ın başında yüksek kalite mavi ve beyaz ürünler üretiliyordu. Avrupalılar, Çin’den ihraç edilen porselenleri taklit etmeye, tıpkılarını üretmeye epeyce uğraşmışlar.

   Masalı duymuşsunuzdur: “Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak, sarayda kazara kırılmış. Kralın bol vaatleriyle, ülkenin tüm porselen ustaları tıpkısını yapmaya uğraşmışlar. Fırınlar ayrı derecelerde ateşlenmiş, kumu, kili, çamuru ayrı bölgelerden getirilip denenmiş ama hep boşuna… Gururlu bir porselen ustası gün boyu uğraşına karşın aynı rengi tutturamayınca hazırladığı eskiz ile birlikte akşamdan fırına girer. Sabah çırakları ustayı bulamazlar ama Çin Kralı’nın en sevdiği cam gibi porselen tabak fırının içindedir.”

   Josiah Spode adlı bir İngiliz de bu Çin masalını duymuş olmalı ki, 19. Yüzyıl başında porselen üretiminde ilk kez kemik tozu kullanır. (8)  

   Harcına Avrupa’da bulunmayan kaolen yerine kemik tozu katmak, porselenin darbelere ve ısı değişikliklerine karşı dayanıklılığını; camsı yapısını, beyazlığını arttırıyormuş.  

   Porselen üreten İngilizlerin kemik gereksinimlerine ülkelerindeki hayvan sayısı yetmeyince gözlerini dünyaya dikmişler.

   Kemik porseleni üretiminin arttığı günlerde, “93 Harbi”, “Plevne Savunması” yaşanır ve İngiliz porselencileri bu savaşlara bir başka gözle bakarlar.

   İngiliz gazeteleri telgraflarla anında haber gönderebilen çok sayıda gazeteciyi, savaş sahnelerini canlandıracak ressamları gönderip savaşı İstanbul’dan daha sıkı izlerler. Her sabah kahvaltılarını yapan İngiliz asılzadeler, gazetelerinden Plevne Savunması’nı okurken, savaşın adına “The Breakfast War (꞊Kahvaltı Savaşı)” derler. (9)   

   İngiliz gazeteciler habercilik görevlerinin yanı sıra savaşı kızıştırmak, karıştırmak gibi başka işler de yaparlar.

   O günlerde General Skobelof’ın yanında meşhur İngiliz Gazetesi ‘Deyl Niyuvz’un bir muhabiri (Seamus Mc Lafin) vardı. Bu adam gazetesine Türkler aleyhine bir sürü havadis veriyordu. Bu gazete ile ‘Taymis’ gazetesinin Türkler aleyhindeki yazılarla dolu sayılarından dörder tane ayırarak ve mavi kalemle çizerek Osman Paşa’ya gönderdi.” (10)  

    Osman Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Rus ve Romen ordularına karşı 45 gün boyunca Plevne’yi savunur.

   Bir yanda leş bekleyen akbabalar gibi ortalıkta dolanan art niyetli sömürgenler, öbür yanda sömürgenden medet uman Padişah…

   Padişah, “Vid Vadisi’nde seksen bin insanla birlikte Gazi Osman Paşa’nın da öldüğü” yalan haberi geldiğinde naaşların İstanbul’a getirilmesi için bile İngiltere’den yardım bekler. “Gazi Osman Paşa’nın naaşlarını İstanbul’a getirmek için İngiliz aracılığıyla temasta bulunulmuştur.” (11)  

   İngiliz porselencilerin, Plevne Savunması’nda ölenlerin bedenlerini alıp götüreceğinden Padişahın haberi olmaz mı?

   Yıl 1878…

   Yazmışlar işte: “Plevne’deki savaş ressamlarından biri olan İrving Montagu, 1879’da bir Bristol gazetesinde şöyle bir haber okumuştu: ‘30 ton insan kemiği Plevne’den Bristol limanına getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek ve savunmak için hayatlarını verenler, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyordu”.  (12)   

 

 

                                                                                       Hüseyin Kenan GÖREN

 

 

 

  (1)   Ayla Kutlu, Yedinci Bayrak. Bilgi Yayınları, 2. Baskı. Ankara 2016, s.368

  (2)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 385

  (3)   Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul 2001, s. 68

  (4)   Lev Troçki, Balkan Savaşları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul 2012, s. 256

  (5)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 92

  (6)   Aram Andonyan, Balkan Savaşı. Aras Yayıncılık, 3. Baskı. İstanbul 2021. s. 489

  (7)   Türk - Bulgar Harbi 3. Cilt. İstanbul Askeri Basımevi 1945, s. 391

  (8)   Prof. Önder Küçükerman, Dünya Saraylarının Prestij Teknolojisi Porselen Sanatı. Sümerbank Genel

          Müdürlüğü yayını. Ankara 1987, s. 32

  (9)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2. Baskı. İstanbul 2021.

          Kitabın özgün adı.

(10)   A. Hilmi Yücebaş, Gazi Osman Paşa ve Plevne. Kenan Matbaası, İstanbul 1943, s. 44
(11)   Mahmut Talat Bey, Plevne Müdafaası. Babıali Kültür Yayınları, İstanbul 2008, s. 14-15

(12)   Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor. Milliyet Yayınları 2. Baskı. Şubat 1972, s. 298 

 

17 Mart 2021 Çarşamba

SANIRSIN Kİ; KAKAVA İLE HIDIRELLEZ AYNI!



Kızdım sana Bektaş Can…

Ne işin vardı Edirne’de; Tunca Nehri’nin soğuk sularında?

Dizlerine kadar girmişsin Kırklar’ın Şeytan Deresi’ne…

Gördün mü “Babafingo”yu?

Oysa atalarımızın yüzyıllardır kutladığı ne güzel geleneğimiz vardır, unuttun mu?

6 Mayıs oldu mu, daha güneş doğmadan coşkuyla, elele doğaya koşardık. ‘Hıdır ile İlyas’ derdik, ‘baharın müjdesi’ der, yeşil söğüt dalları takardık komşu kapılarına…

Hani, o gün gelen Hızır Baba'nın türlü çiçeklerden örülmüş bir cüppesi vardı; bastığı yerlerde güller açardı, güneşle birlikte bülbüller ötmeye başlardı…

Çocuklarımız da, o heyecanı yaşarlardı Bektaş Can...

Belediyenin odunlarıyla tutuşturulan Kakava ateşine benzemez; onlarca ateş yakılırdı su boylarında, üstünden atlanırdı unuttun mu?

Hıdırellez sana yetmiyor muydu Cancağızım; Kakava’yla senin ne ilgin var?

Gidersin elbet, kalabalığı da görünce…

Gelenlerden para kazanacaklar ya; taşırlar insanları Bursa’dan, İzmit’ten, Çanakkale’den, İstanbul’dan…

Edirne Belediyesi, Kırklareli Belediyesi yapar günlerce düzenlemeyi; koşar gelir günlük yaşamın sıkıntılarından bunalmış insanlar.

Köfteyi, ciğeri yerler; rakıyı içerler, göbeği atarlar.

Bakarsın şenlik var, hoşuna gider…

Sanırsın ki; Hıdırellez ile Kakava aynı!

Öyle mi?

Değil Cancağızım, değil…

“Aynısı” diye sana yutturmaya çalışanlara inanma.

İnanırsan, işte o zaman unutursun Hızır ile İlyas’ı…

Atandan kalan kültüründür, gücündür o senin.

Hıdırellez’i unuttun mu, yitirirsin benliğini...

Kültürünü yitirmeni sinsice isteyenler vardır; gözünü, kulağını, aklını kullanmazsan sen duymazsın, görmezsin, bilemezsin.

Belediyeleri bağlarlar, seçilmişleri yönlendirirler anlamazsın.

Sömürgen güçler, küresel kuruluşlar, ‘Heinrich Böll Stiftung’ vardır arkalarında.

Anladım, sen bilmezsin Almancayı, bil; Stiftung vakıf demektir.

Belki belediyedekiler, seçilmişler de bilmez. Vakıftan düzenleme paraları gelir ya…

Paraları boldur, gözleri de senin o güçlü kültüründedir Bektaş Can…

Paraları dağıtarak demokratikleştirme derler; bölüp - sömürgeleştirme isterler.

Unesco’ya, ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne senin Hıdırellez’ini değil, Kakava’yı aldırırlar.

Sen bilmezsin.

Sen ‘Hıdırellez’i unut, Kakava’ya gel’ isterler. “Gel, ye, iç, göbek at. O anı güzel yaşa, başka şeye karışma” derler.

Dönüştürmeye, yabancılaştırmaya uğraşırlar, anlamıyor musun?

6 Mayıs’ta üç fidanı neden astılar Bektaş Can, tam o güne neden denk getirdiler?

Yirmi yıl önce, 6 Mayıs’ta göbek atacakları Kakava Şenlikleri var mıydı?

Senin kültürünü sana unutturmak, karıştırmak, zayıflatmak isterler.

Önce kulak asmaz, önemsemezsin; sonra zamanla alışıp uyarsın onlara. Dikkat et, uyma!

En kötüsü kirliliğe alışan gözdür, Bektaş Can.

Hele de o göz kirliliğe doğmuşsa…

Görmez, rahatsız olmaz, tepki göstermez olur.

Böyle durumda önce dilini yitirir insan, toplumları birbirinden ayıran ve onlara toplum olma özelliğini kazandıran kültürünü, geleneklerini yitirir…

İnsanlığını…

Arap kültürünü veya batı kültürünü toplumumuza dayatarak senin kültürünü yitirmeni istemeleri dünün, bu günün işi değil elbette…

Suratını asma, ‘Tüm yanlışı sen yaptın, kötülüklerin sorumluluğu sendedir’ demiyorum Cancağızım.

“Benim Kâbem insandır” diyen, yaşamı boyunca hiç hacca gitmeyen Bektaş Veli’yi 13. yüzyılın başından bu yana “Hacı” yapmadık mı?

14. yüzyılın ortalarında Trakya’da ‘şeyhlik’ mi vardı da, Simavna Kadısıoğlu Bedreddin Trakya’nın ilk ve son şeyhi oldu?

Onları şu anda bile böyle anmıyor muyuz?

Anadolu kültürünü benimseyen, o kültürü yaşamak isteyenler bilmeli; yüzyıllardır kültürel değerlerimizi sultan, seyit, imam vb. gibi Arap önadları ile anmak bizim yanlışımız.

Dinci faşistlerce katledilen eski Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, döneminde yayınladığı kitapların önsözünde, “Kültür, toplumu oluşturan bireylerin duyuş, düşünüş ve davranış birliğidir” diye tanımlamıştı.

Bu birlik ülkelerin zengin veya fakir olmasının ana etkenlerinden biridir.

Devletlerin yaşı, doğal kaynaklarının var olup olmaması, coğrafi konumu, yaşayanların ırk ve deri rengi o ülkenin zengin veya fakir olmasının etkeni değildir.

Uzun yıllar eğitim ile topluma işlenen duyuş, düşünüş ve davranış birliğidir; yani kültürdür.

Bektaş Can, unutmamamız gereken, çocuklarımıza aktarma yükümlülüğümüz bulunan kültürümüz, bir anda oluşmadığı gibi, atalarımızın Anadolu’ya geldiklerinde de hazır buldukları bir olgu değildi.

Anadolu’nun eski halkları, 10. yy’da Orta Asya’dan göç etmek zorunda bırakılan Türkmenleri karşıladılar; inançlarını, göreneklerini, geleneklerini benimsediler.

Yaşama bakışlarıyla, türküleriyle, sazlarıyla gelenler Anadolu’da yaşayanlarla kolaylıkla kaynaştılar.

Bu güne, “insana sevgi, bilgiye sevgi, aydınlığa sevgi” ilkeleriyle taşınan kültürümüz zaman içinde dinsel, mezhepsel ayrım düzeyine daraltılarak bastırılmaya, unutturulmaya çalışıldı. Dün olduğu gibi yarın da Trakya’daki Kakava örneği gibi bulanıklaştırılmaya, yabancılaştırılmaya, dönüştürülmeye çalışılacak.

Cancağızım, bunu önlemek için ne yapmak gerek biliyor musun?

Bilmek gerek…

Sen Kakava’nın ne olduğunu, bekledikleri ‘Babafingo’nun sana bir yarar sağlamayacağını okuyup öğrenseydin oraya gitmezdin, Tunca Nehri’nin veya Şeytan Deresi’nin soğuk sularına girmeyi düşünmezdin.

1980 Darbesi’nin ülkemize verdiği en büyük zararlardan biri kitapları kötülemesiydi.

Onlar bilgiden korktular Bektaş Can, bilginin yaşamı güzelleştirmesinden korktular…

Anımsarsın o yıllardan sonra uzun zaman kitap okuyanlar devlet düşmanı gösterildi.

Oysa kitap insanlığın belleğiydi, Cancağızım...

Bilirsin, zaman içinde her şey unutulabilir ama yazıya geçmiş, belge niteliği kazanmış “söz” sonsuzlaştırılır.

Bilgi kültürdür, bize de bu gerek…

Can dostum Halk Ozanı Kaplani’nin dörtlüğü ile hoşça kal diyorum, Bektaş Can…



“Karanlıksa halkın üstüne çöken,

Cehalettir toplum belini büken,

Zulmü sürükleyip ummana döken,

Bentleri yıkacak sel olur musun?”



21 Mart 2020 Cumartesi

Başım dağ Saçlarım kardır Benim meskenim Dağlardır


Bir Garip Sorgulama (Sabahattin Ali Karanlığına)


                                         

   Sabahattin Ali cinayeti 72 yıl önce Kırklareli’de gerçekleşti.
   Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına dayanak olan, ‘Köy Enstitülüler arasında komünist yaratma amaçlı’ dava da, 68 yıl önce Kırklareli’de kurgulandı.
   Uğur Mumcu’nun 1940’ları düşünerek adlandırdığı ‘Kırkların Cadı Kazanı’, Kırklar’da konuşlanmış bir kadronun yaşattıklarıyla mekana dönüştü.  
   Şimdiye dek Kırklareli geçmişinde anımsanmak istenmeyen, yazılıp çizilmesinden çekinilen, bastırılan olayları bizlere yaşatan kadrodan ömürlerini Kırklareli’de geçirenler de vardı.
   Örnek mi?
   Milli Emniyet Ajanı Nazif Karaçam…        
   Geçtiğimiz yıl ölene kadar içimizde ‘Atatürkçü aydın’ kimliğiyle dolaşıp durdu. Cumhuriyet gibi bir gazetede bile itibar gördü. Yaptıklarını Mehmet Kemal görmemezlikten geldi, yardımcı oldu. İlhan Selçuk, ‘Bilmiyorduk; bilsek aramızda barındırmazdık’ demişti.
   Elimize geçen belgeleri geç de olsa değerlendirdik. Sanal da olsa, yanıtlanmayacağını bile bile Karaçam’ı sorguladık.   
  
  “İnkar etme, sen Sabahattin Ali’yi son günlerinde sarmalayan zincirin son halkalarından birisin.
  Biliyorum…
  Şu an seninle, içinde bir masa ve bir tahta sandalye olan loş bir odada olmalıydık. Elimden gelse sizinkilerin yaptığı gibi kuvvetli bir ışıldağı yüzüne tutup seni sorgulamak isterdim.
  Köy Enstitülerinin kapatılmasına dayanak olan düzmece ‘Köyleri Kalkındırma Derneği Kırklareli Şubesi Davası’nın 1000 numaralı Milli Emniyet ajanısın. Kanıtlarım çok sağlam. Boşuna inkar etme, artık sana kimse inanmaz!..
  Kırklareli Savcılığı’nın 953/417 Esas No’lu Cumhuriyet Savcılığı İddianamesi, 953/27 Esas No’lu Sorgu Yargıçlığı Kararı ve 954/130 Karar No’lu Ağırceza Mahkemesi Kararı içinde onlarca kez Emniyet Ajanı olduğun yinelenmiş.
  Senin yalanların yüzünden 12 kişi suçsuz yere üç yıla yakın hapis yatmış, çok sevdikleri meslekleri ellerinden alınmış, eğitim devriminin önemli öğesi Köy Enstitüleri kapatılmış. 
  Seni zevkle sorgularken, Kepirtepe’deki öğrenci arşivinden edindiğim belgelerin, o bulmacalarla dolu gizli belgelerin ne anlama geldiğini sorup; doğruyu gizleyeceğini bile bile açıklamanı beklerdim.
  İlk belge iki sayfalık; kime yazdığın ilk bakışta anlaşılmayan bir mektup…
  Birileri mektubun tarihiyle oynamış ama Eğitimbaşı mektubu okuyunca, mektubun altına: ‘Bu öğrenci ile gerekli konuşmayı yaptım. İyi tavsiye ve telkinlerde bulundum. 6. 1. 1947’ yazmış.
  Mektubu anımsıyor musun?
  Bu akşam size üzüntülü bir mektup gönderdim fakat kusura bakmayın o mektubu sinirli bir anımda yazdım onun için af etmenizi siz sevgilimden rica ediyorum” diye başlamıştın. “Sizin bu bakımdan da tabiatınızı öğrenmiş bir vaziyetteyim. Ben hep sizden mektup istemem yalnız sizin bir tane olmak üzere sevgili bir mektubunuzu istiyorum ki sizin sevginize inanayım’ demiş olmanın nedenini uzun zaman merak etmiştim. Kafamda çözdüm bilmeceni, biliyor musun?
  Sen bu mektubu ‘okuyanın eşcinsellik suçlamalarını önemsemeyerek’ bir sınavı geçmek için yazdın ve Milli Emniyet Teşkilatı’na gönderdin. Şifreli rapor yazabileceğini bu mektupla kanıtladığını sanıyordun.
  Ülkede sömürgenin istediği siyasi değişim başlamış; Tevfik İleri Maarif Vekili olmuştu.
  Köy Enstitüleri’ne açılan savaş ile birçok devrimci öğretmen hedef oldu.
  Kepirtepe Köy Enstitüsü son sınıf öğrencisiydin ve kafandan geçenleri rahatlıkla kağıda geçirebiliyordun. Okuldaki hangi ajan öğretmenlerin seni Kırklareli Milli Emniyet’e önerdi, Sabahattin Ali’yi sevmediği bilinen Tahir Alangu da ajan öğretmenlerinin arasında mıydı?
  Ne kadar unutturmaya uğraşsan da birçok öğretmeninle ilgili Milli Emniyet’e rapor verdiğin çok iyi biliniyor.
  Sanırım Kırklareli Sorgu Savcısı Hüseyin Tarhan amcan da mektubundaki şu satırları okuyunca kabul etti: ‘Artık işimiz yoluna girmiş bir durumdadır. Benim için ne söylemek istersen Ahmet ağbeyime söyle’…
  Ahmet Ağabeyin, o günlerin İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir mi?
  6 Ocak 1947 günü yani senin bu mektubu yazdığın gün Sabahattin Ali’nin Marko Paşa Dergisi altmış bin adet satmıştı. Sabahattin Ali’nin sorumlusu olduğu dergide 10 Aralık 1946 günü yayınlanan, Aziz Nesin’in yazdığı ‘Topunuzun Köküne Kibrit Suyu’ başlıklı yazı ortalığı karıştırmıştı da, Cemil Sait Barlas hakaret davası açıp sorumluya dört ay hapis cezası verilmesini sağlamıştı. Evet, Cemil Sait Barlas şimdiki Mehmet Barlas’ın babası…
  Sabahattin Ali, Mayıs 1947 tarihinde içeri düştü. Önce İstanbul Cezaevi’nde sonra da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nde 10 Eylül 1947’ye dek yattı.
  Zincir halkaları ayırdına varmadan sarmaya başlıyor Sabahattin Ali’yi. Önce sözde dostları Cimcözler giriyor aklına; ‘Biz ortak oluruz, kamyon al… Edirne’den, Kırklareli’den peynir al, İstanbul’da sat” diyorlar. Sonra Berber Hasan Tural ile tanışıyor. Berber Hasan da, “Tanıdıklarım var, Bulgaristan’a çok insan kaçırdım’ diyor.
  Kırklareli Sorgu Yargıcı Hüseyin Tarhan’ın iyi tanıdığı, ordudan atıldığı 1945 yılına kadar Kırklareli’de görev yapan, sonra İstanbul’da yaşayan Süvari Astsubay Çavuş Ali Ertekin akıllara geliyor.
  Ve sen akıllara geliyorsun…
  Seni, Ali Ertekin’i zincir halkalarına eklemek için İstanbul’a gönderiyorlar.
  Bak, 12 Temmuz 1947 tarihli bu belge Kepirtepe Köy Enstitüsü Disiplin Kurulu Başkanı Eğitimbaşı Mehmet Çukurova imzalı. Sana 20 gün okuldan uzaklaştırma cezası vermişler…
  Ne yapıp böyle bir ceza aldığını anımsıyor musun?
  Enstitü Müdürü tarafından 11. 8. 1947 gününde kurula havale edilen Nöbetçi Öğretmen Nazmi Aybar’ın raporu ile 4/C sınıfından 617 numaralı Nazif Karaçam’ın bavulunda bulunan ekli tutanakta adları yazılı kitaplar hakkında Eğitimbaşına verdiği yazılı ifadesi okundu.
  Bir diyeceği olup olmadığı Nazif Karaçam’dan soruldu.
  1- Nazif Karaçam kitap okumaya çok meraklı olduğunu kitap alacak parası bulunmadığını bu bakımdan kendisine ait olmayan dokuz kitabı habersizce aldığını ve köylüleri ile köyüne gönderdiğini ve bunları sahiplerine geri vermek niyetinde olmadığını açıkça itiraf etmiştir.
  Netice: Nazif Karaçam’ın bu hareketi yönetmeliğin 5. ve 20. fıkralarında yazılı ve doğrudan doğruya suç sayılan işlerden olması dolayısıyle yaşı ve sınıfı da göz önünde tutulmuş ve hareketlerinden hiçbir suretle nedamet hissi göstermediği dikkate alınarak Yönetmeliğin 122. maddesinin (i) fıkrası gereğince 18/8/1947 gününden başlamak üzere 20 gün müddetçe geçici olarak Enstitüden çıkarılmak suretiyle cezalandırılmasına oy birliğiyle karar verildi.’
  Dikkatini çekti mi, ‘hareketlerinde hiçbir suretle nedamet hissi göstermediği’ diyor?
  Hangi duygulardaydın? Kafandan neler geçiyordu; insan ceza aldığında üzülmez mi?
  Yanıtını bildiğin soruları sormak ayıp derler ya, senin yaptıklarının yanında bu ayıbın lafı olmaz…
  İstanbul’dan babana, 21.8.1947 Çarşamba günü mektup yazıyor, iki gün sonra postalıyorsun.
  Aslında bu mektup senin Milli Emniyet’e gönderdiğin ilk rapor…
  Kırklareli Postanesi, Vali Salih Kılıç’ın buyruğuyla baban Hamit Karaçam adına gelen her mektubu Milli Emniyet’e ulaştırıyor.
  Sevgili Babacığım diye başladığın mektup şöyle sürüyor: ‘Baba, ben sağ sağlim İstanbul’a geldim ve doğru marangoz Alilere gittim ondan sonra Hüseyin amcamın evine geldim ve biraz konuştuktan sonra anamın yanına geldik. Zaten amcam ve marangoz Alinin anası Pazar günü gelmişler…
  Bu marangoz Ali, katil diye ortaya atılan Ali Ertekin mi?
  İstanbul’daki evine gittiğin amcan Sorgu Savcısı Hüseyin Tarhan mı?
  Mektubunun sonunda Hüseyin Amcana: ‘20 güne kadar İstanbul’a nakledilecektir’ yazmışın. Savcıya, Sabahattin Ali’nin hapisten çıkacağının haberini mi veriyorsun?
  Hemen bir mektup daha yazmışsın. 24 Ağustos 1947 Pazar günü…
  Harmanları bitirdik şimdi gündöndü ve pancar çekimine başlayacağız. Yeni yaptırdığımız arabayı pazartesi günü alacağız. Sana bu mektubu Burgaz’da yazdım. Araba ile marangoz Ali’nin takımlarını getirdik ve teslim ettim. Marangoz Aliye bir telgraf çektim ve dedim ki; Babam biraz rahatsızdır dedim. Merak edilecek hiçbir yaramazlık yoktur. Hepimiz iyiyiz. Yalnız içimizden Bekir mahpusa gitti. Salı günü Kırklareli’ye gideceğim ve Bekirle görüştükten sonra sana tekrar bir mektup yazacağım. İşte bu namussuz erifler bu işi de yapmaktan geri kalmadılar.’
  Yazdığın mektup böyle…
  Lüleburgaz’da, Pınarhisar’da marangoz kalmadı da, İstanbul’daki marangoz Ali’ye mi talika yaptırıyorsun?  
  Yine soruyorum, bu marangoz Ali, Sabahattin Ali’nin ölümünü üstlenen Ali Ertekin mi?
  Yazdığın bir cümle dikkatimi çekti: ‘İçimizden Bekir mahpusa gitti’ diyorsun ya… Aklıma Sabahattin Ali’nin ‘Candarma Bekir’ öyküsü geldi.
  İyi bir kitap okuru olduğunu biliyorum; bu ‘Bekir’ adını dalga geçmek için mi yazdın?
  Öyküde, Denizli’den Çal’a giderken Halil Efe Candarma Bekir’i kendi tüfeğiyle vurarak öldürür. Öykü sonu Halil Efe: ‘Allah bilir ya, garip oğlan kurşundan değil, korkudan öldü. Benim kurşun ona diriyken değil, ölüp yere yıkılırken değdi’ demişti ya!..
  Bir de bu mektup ekinde marangoz Ali’ye çektiğin telgraf var.
  Marangozla ne anlaşma yaptıysan; sahiplerine onaylatmış, hizmeti karşılığında göndereceklerini şifreli yazmışsın.
  Düzenindeki marangozun soyadını da Ali Ertekin’e iyi uydurmuşsun.
  Ali Ay Çiçek’…
  Sen okuluna dönüp ‘solcu öğretmenler’ hakkında raporlar düzenlemeyi sürdürdün.
  Zincirin halkaları Sabahattin Ali’yi sıktıkça, o daha çok özgürlük için savaştı.
  Adalet Koridorlarında’ yazısı nedeniyle ‘adaleti tahkir’ davası açıldı. 14 Kasım 1947’de tutuklama kararı verildi. 19 Aralık günü tutuklandı ve Sultanahmet Cezaevinde on iki gün yattı. Duruşmadan sonra serbest bırakıldı.
  Ankara’yı yazacağım. Ankara’yı öyle bir yazacağım ki, yönetimde bulunanlar bu kitapta kendilerini bulacaklar ve çılgına dönecekler. Okudukları zaman, saçlarını başlarını yolacaklar’ demişti. Söylediğini yaptı ve daha sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılan Sırça Köşk adlı öykü kitabını yayımladı.
  Yakışmaz ama senin de katılacağını sandığım: ‘Namuslu olmak ne zor şeymiş’ derdi Sabahattin Ali. 
  41 Yaşında idi. Yaşamlarını yönlendiremediği sadık bir eşi ve çok sevdiği bir kızı vardı.
  Bir şekilde getirildiği Kırklareli’de öldürüldü.
  Her şeyi inkar edeceğini biliyorum ama bu kez iyi düşün.
  Sabahattin Ali karanlığının aydınlatılması bir demokrasi mücadelesidir. Bir insan hakları mücadelesidir. Sabahattin Ali’yi öldürmek olası değildir.
  Kemal Bayram, Sabahattin Ali Olayı adlı kitabında, ‘Sabahattin Ali’ye Kırklareli’de bir hafta aralıksız işkence yapılmış’ diye yazmıştı. Aynı kitapta, ‘Kaçma işi cinayet olayına uydurulmuş bir kılıf’ diyordu Rıfat Ilgaz.
  Sabahattin Ali’yi öldürenler cinayetlerini üstlenmesi için yine Ali Ertekin’i düşündüler.
  Ve bu olayı gerçekleştirmek için kuşkusuz yine sen akıllarına geldin.
  Şimdi sana göstereceğim belge bu olayın kanıtı.   Kepirtepe Köy Enstitüsü’nde sana verilen bir uzaklaştırma cezasının belgesi.
  Belge tarihi 25 Mart 1948…
  Yani Sabahattin Ali’nin ölümü veya ölüm kararı sonrası…”
  Kepirtepe Köy Enstitüsü disiplin kurulu 24. 3. 1948 günü toplandı. Enstitü Müdürü tarafından kurula havale edilen nöbetçi ve küme öğretmeni Cavit Tütengil’in raporu okundu.
  Raporda adı geçen 617 numaralı Nazif Karaçam kurula alındı.
  Hayvan ahırlarında nöbetçi bulunduğu sırada hiç kimseden izin almaksızın Lüleburgaz’a kaçtığını itiraf etmesi üzerine netice düşünüldü.
  Nazif Karaçam’ın hareketi yönetmeliğin 119. Maddesinin 26. Fırkasındaki doğrudan doğruya suç sayılan hareketlerden olması nedeniyle 24. 3. 1948 tarihinden başlamak üzere bir hafta müddetle geçici olarak enstitüden uzaklaştırılmak suretiyle cezalandırılmasına sözbirliği ile karar verildi”.
   Bu olayı evirip çevirip kendine pay çıkartacak biçime sokmuş, 17 Eylül 2014 Çarşamba günkü Gazete Trakya’daki köşende yazmışsın.   (http://www.gazetetrakya.com/Haber/GAZETECiYAZARLAR_ARASiNDA_67_YiL/419380.html )
  Okuldan kaçtığın için, o zamanlar Kepirde öğretmen olan, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil seni hararetle tebrik etmiş öyle mi?
  67 yıl sonra köşeyazında andığına göre unutamadığın bir olay bu, ama keşke ceza alma nedenini tüm açıklığıyla yazsaydın.
  Bir hafta okuldan uzaklaştırılınca yine İstanbul’un yolunu tuttun.
  Görevlendirildiğin gibi, Sabahattin Ali cinayetini üstlenmesi için Ali Ertekin’i bulup, kolundan tutarak Kırklareli’ye getirdin mi?


                                                                                            Hüseyin Kenan GÖREN

18 Aralık 2019 Çarşamba

Köy Enstitülerinin Kapatılması İçin Dayanak Olarak Kullanılan Kırklareli Köylerimizi Kalkındırma Derneği Davası Konuşmam

8 Kasım 2018 Perşembe

BİZİM EVİN HALLERİ...




   

   İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni            fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor. S. 183)


   Bizim evin halleri birkaç gündür çok şaşılası…
   Bir sinirsel fırtına, bir tartışma ortamı, bir huzursuzluk ki, sormayın!..
   Gerginlikte meclisi geçtik.
   Tamam, kabul…
   Aydın insan huzursuz olur’ ama bu kadar kuşkucu olmak da fazla…
   Haklı mı bilmem ama sorun eşimden kaynaklı.
   Önceki akşam işten gelmiş, oturduğum pencere kenarındaki koltukta gazetemi günbatımı ışığından yararlanarak okumaya uğraşırken, eşim bir tafrayla yanıma gelip:
   “İkinci ‘Mustafa vakası’ bu!” diyerek elindeki kitabı sehpanın üzerine attı.  
   Önce önemsemedim. Sonra okuyamadığım gazetenin satır aralarında Birinci Mustafa, İkinci Mustafa gibi padişah adları oluşmaya başladı.
   “Ne ilgisi var söylediğinin bu kitapla!” diyerek sehpanın üzerindeki kitaba baktım.
   Son ayların en çok satan, en çok okunan kitabıydı:
   Mustafa Kemal”.
   Eşim tepemde dikilirken tepkisinin nedenini anlamıştım.
   Kitabı okumuş, bitirmiş ve beğenmemişti.
   İşaret parmağını oynatarak kitabı gösterip, oldukça yüksek sayılacak bir sesle:
   “Kimse Atamın imzasını kendi kafasına göre değiştiremez. Bu kitabın üzerindeki imza ‘Gazi M. Kemal’ olmalıydı, M. Kemal değil!.. Bak 181. sayfada imzanın doğrusu var. Gazi rütbesi kime batmış da imzadan çıkarmış acaba?” dedi.
   Daha sonra araştırdığımızda Atatürk’e, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 19 Eylül 1921 günü “Gazi” ve “Müşir” rütbelerinin verildiğini okuduk.
   Çok kızdığı belliydi, ha bire söyleniyordu: “Bildiklerini unut ve git bilmeyenlere sor! Bol akçeli işlerde imza sahtekarlığına ne denir?”
   Gazeteyi elimden bıraktım. Şaşırıp kalmıştım. Oysa, kitabın sütbeyaz karton kapağına, üzerindeki imza ne güzel durmuştu. Eşimi sakinleştirmek için:
   “Arkadaş, on yıl önceki Can Dündar’ın ‘Mustafa’sına mı benzettin kitabı?” diye sordum.
   “Evet”, dedi. “Bunlar tam bir algı bozma çalışması! Tamam, Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bir insandır ve her insan gibi zayıf anları, yaptığı yanlışları olabilir. Bu zayıf anlar, yaptığı yanlışlar yüzünden Atamın yaşamı çarpıtılarak basitleştirilemez”.
   “Amma da büyüttün! Bu kitabı okumadım ama senin söylediğin gibi basitleştirme amaçlandığını sanmıyorum. Kitabın amacı Atatürk’ü daha çok sevdirmeye çalışmak bence…”
   Eşimin hiç hoşuma gitmeyen bu bakışını kırk yıldır iyi bilirim. Yeşile çalan bal rengi gözleri açıldı ve “Atatürk sarı saç, mavi göz değil ulusal bağımsızlıktır" dedi. "Atatürk, akılcılık ve bilimselliktir", "Atatürk Laikliktir” dedi.
   Kitaba uzandı, sehpanın üzerinden alıp 40. sayfayı açtı, bana uzattı.
   Sayfada Atatürk’ün gençliğinden bıyıklı bir fotoğrafı vardı.
   Eşim okumaya başladı:
   “Yukarı doğru kıvrık
Bıyıklar pek modaydı…
   Mustafa Kemal haftasonu
İznine çıkmadan önce
Bıyıklarını briyantinler,
Yukarı doğru kıvırıp yanağına
Bantlar, bir süre böyle tutarak
şekillendirirdi.”
   Gülerek: “Şeffaf yara bantı olmalı, renklisi çirkin durur!” dedim.
   O ağzını burnunu eğip bantlı sayfanın yüz sayfa ilerisini buldu, gösterdi:
   “Kan gövdeyi götürürken Çalıkuşu okuyordu” yazmış…
   108. Sayfaya bir bak diye okumayı sürdürdü: “Kuvayı Milliye’yi örgütledi” yazmış altına da, “Kuvayı Milliye namuslu bir insanın yastığının altındaki tabancaya benzer, namusunu kurtarması için hiçbir ümit kalmadığı anda, hiç olmazsa intihar etmeye yarar diyordu” demiş. Bu cümleyi Gazi Mustafa Kemal Atatürk söylemedi ki: Falih Rıfkı Atay’ın Niçin Kurtulmamak kitabının 42. sayfasında var. Yazar işine geldiği gibi alıp, kafasında yarattığı Mustafa Kemal’e söyletmiş”.
   Bizim evin halleri gitgide büyüyordu.
   Şakaya vurup: “Bak arkadaş” dedim. “Bu yazar çok zeki biri. Bilmeden, ayırdına varmadan bunları yazmış olduğunu düşünmüyorum. Bizleri sınıyor olmasın? ‘Eksik gedik Mustafa Kemal Kitabı yazdım; bir milyon sattı’ mı diyecek? Köşe yazılarında böylesi hinlikleri o kadar çok ki!..”
   “Doğru, eksik gedik!” dedi. “1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Tamam onu yazmış ama 3 Mart 1924 günü TBMM dört kanunu onayladı. Halifeliği kaldırdı, Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nı kaldırdı, öğretim ve eğitimi birleştirdi ve Genel Kurmay Başkanlığı’nın Bakanlar Kurulu dışına çıkarılmasına karar verdi. Yazarın bunları bilmemesini düşünebiliyor musun? Halifelik kaldırılmış ve kitapta tek satır yok!”
   Gösterdiği kitap sayfaları akşamın loşluğunda görünmez olmaya başlamıştı. Böyle giderse biz akşam yemeği yiyemeyecek ve aç yatacaktık. Eşim zamanın akıp gittiğine aldırmadan lambayı yaktı ve yanıma oturdu.
   “Bak, yazar Sözcü Gazetesi’ndeki köşesinde nasıl yazdığını anlatmış. 2008 yılından bu yana bu kitaba yoğunlaştığını, ‘boynunun borcu olarak gördüğünü’ yazmış. İki bin dolayında kitap, dergi, çalışma taramış ve yedi bin sayfa özet çıkarmış. İki yılda da yazmış. Olduğu gibi, saklamadan gizlemeden, tüm gerçekliğiyle yazdığını söylüyor. Bu çalışmaya saygı duyman gerek!..” dedim. 
   Eşim, şaşılacak kadar sakince: “Bak” dedi, “Erzurum Kongresi bizim için çok önemli kararların alındığı bir toplantıydı. Burada alınan kararlardan hiç söz edilmemiş ama 321. sayfada;
   Sivil hayatta sabaha karşı saat beş gibi, yatmadan önce tuvalete giderdi’yi yazmış.
   Sivas Kongresi’nde dünyaya haykırılan vatanın bölünmez bütünlüğünü yazar bilmiyor muydu da yazmadı. 95. Sayfada yazdığı gibi Sivas’a ‘altı teneke benzin iki çift lastik’ almaya mı gitmişlerdi de, onun yerine 322. sayfadaki:
   ‘Kimsenin önüne pijamayla çıkmazdı.
   Her gün çamaşır değiştirirdi.’ satırlarını kitabına yazmış. Sence hangisi daha önemli?
   Sayfa 432 ‘Rakı içerdi’, sayfa 433 ‘Gündüz içmezdi’, sayfa 434 ‘Leylekboynu tabir edilen kadehle içerdi, sayfa 436 ;
   Buz koymazdı.
   Buz gibi su isterdi.
   Meze aramazdı.
   Sarı leblebi olmazsa olmazıydı.
   Yemekle beraber içmezdi…
   Bunlar hep Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatan o kitabın sayfalarından…”
   Peşpeşe konuşuyordu. “Ya, bırakın bu işleri!..” dedi ve mutfağa gitti.
   Akşam yemeğini konuşmadan yedik.
   Bizim televizyonda genellikle Halk tv kanalı açıktır. Oradaki tartışmaları diğer televizyonlardaki vurdulu kırdılı aptal dizilere yeğleriz.
    Halk tv’nin bıktırıcı reklamlarında bizim kitap vardı. 35 liraya kargo ederi de eklenerek satıldığı duyuruluyordu. İnternette 20 lira olan kitap burada iki katına satılıyordu. Reklamı yapanlar Anaokulu, ilkokul versiyonlarının hazırlanacağını, çocukların okul çantalarına, bebek kundaklarına bile gireceklerini söylüyorlardı. Garipsedim.
   O gece benim uykum kaçtı, yataktan kalkıp salonda açtığım bir ışığın altına oturdum ve kitabın kapağını açtım.
   Virginia Wolf’un “Kitap Nasıl Okunmalı” denemesinde yazdığı gibi “Okumak görmekten daha uzun ve karmaşık bir süreçtir” cümlesini kanıtlayan gözden geçirme sürecine başladım.
   Okudum demek isterdim.
   Toplumumuza seksenli yıllardan sonra dayatılan kitap düşmanlığı ve hoş zaman geçirme amacıyla tembelce izlenebilen beyazcamın bağımlılığı bu tür kitapların çok satmasına olanak sağladı.
   Daha çok postmodern olarak nitelenebilecek sıra dışı olduklarını sanan yazarların herhangi bir süpermarkette bulabileceğiniz çok satan ve film izler gibi okurken insanı yormayan kitapları gibi…
   Başka işlere yetişecekmiş gibi not alan ve o notları aynen yayınlayan yazarların, izlemenin tembel zevkini çekici kılan kitapları gibi anlatısı (üslubu) vardı Mustafa Kemal kitabının.
   Belgesel film seslendirmesi tadındaydı…
   Yazarının da söylediği gibi üzerinde çok çalışıldığı belliydi. Cümlelerdeki yargı kesindi. Satır aralarını kendiniz dolduracak, doğruluğunu sorgulamayacaktınız. Bilmeyenler için hazır hap gibi tarih bilgileri vardı.
   73. sayfada takıldım.
   “Alay eder gibi tayin çıkarılıyordu.
   Bavullarını yerleştirmesine bile vakit bırakılmıyordu
   Yıldırım orduları komutanına, yıldırma harekatıydı.
   Başarılı oldukça, şöhreti arttıkça cezalandırılıyordu.
   Ekim 1917’de nihayet İstanbul’a alındı ama, görev tanımı yapılmamıştı” diyordu.
   Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kitabevi’nden 1999 yılında çıkan Tek Adam kitabı 1. cildinin 275. sayfasında bu atama günlerini çok ayrıntılı anlatıyordu ama Ana Britannica Ansiklopedisi Atatürk maddesi daha özet bilgi vermişti.
   Okuduklarım birbirini tutmuyordu.
   Bulduğum kaynaklara göre Ekim 1917 tarihinde Mustafa Kemal Mirliva (tuğgeneral) rütbesindeydi. Bir yıl sonra Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’na atanmıştı.
   Oysa Mustafa Kemal kitabının 73. sayfasında yazıldığı gibi Ekim 1917’de nihayet İstanbul’a alındı bilgisi yanlış. Mirliva Mustafa Kemal Paşa, 20 Eylül 1917 tarihinde yazdığı raporun dikkate alınmaması üzerine -kendi tabiriyle- kendi kendini kumandanlıktan affederek görevinden çekilmiş.
   Kısa cümlelerin aralarından yanlış aramaya başladığımı anlayınca kendimden utandım.
  Öyle ya! Yılların yazarının yanlışını bulmak bana mı kalmış?
  19 Ağustos 2007’de Hürriyet Gazetesinde Ayşe Arman’la yaptığı söyleşide:
  “Bence mesleği sevmemem, benim için avantaj oldu. Ve ben yaptığım işin ticari bir iş olduğunu hiç unutmadım.
   Edebiyattan anlamam, edebiyat sevmem, bilmem, yazı çiziden bile hoşlanmam. Nasıl konuşuyorsam öyle yazıyorum, bu da insanların hoşuna gitti.” demiş.
  Bu söyleşi beni etkilemişti. Dinç Bilgin, Cem Uzan, Turgay Ciner, Aydın Doğan gibi çoğu gazetecilikle ilgisi olmayan patronların beyaz yakalı silahşörü… Yüzümü tavana çevirip gözümü yumduğumda içten içe söylenmeye başlamıştım: “Yaa, yazar bey!.. İnsanlarımızı ne hale getirdiler gördünüz mü?
   Her şey bir kenara; edebiyat sanattır, sanatı nasıl yok sayarsınız?”
   İlginç, kitap elimde olduğu sürece Eşim gibi düşünüyordum. Bıraktım kitabı yatmaya gittim.  
   Her sabah erken kalkar, sıkı bir kahvaltı ederiz. Yağmur yoksa, çevre yollar çamur değilse kahvaltı sonrasında da yürürüz. O sabah da öyle yaptık.
   Kahvaltı sırasında olsun, yürüyüş sırasında olsun hep güncel konulardan söz açıp bolca konuşuruz.
   O sabah sanırım kitabı düşündüğümüz halde, belki keyfimizi kaçırmaktan korktuğumuza kitaptan konuşmadık.
   Öğlene doğru kitabı elime aldım, göz gezdirmeye başladım ki, eşim yanımda bitti.
   Ne kadar çok doluymuş!..
   “Okudun mu? Üç milyon satış hedeflemişler. Masaldaki gibi, fareli köyün kavalcısı …” dedi.
   “Satarlar arkadaşım, bizim gibi insanlara bu reklamlarla satarlar!..” dedim. Kitapta 180’li sayfalara gelmiştim. Eşim kitabı eline aldı. Kaldığım yeri açtı;
   “Aşkları, evlatlıkları, kızkardeşi Makbule’den çektikleri, kişisel özellikleri diye özel yaşamı, son on sayfaya kadar magazin…” dedi.
   Beklentileri haklıydı:
   “Atatürk’ü anlatan bir kitapta bizlere çağdaş bir yaşam veren Atatürk ilkelerini okumayı beklerdik. Altıok’tan çok, Rıza Nur’un hiçbir sayfada yer bulmaması gereken cinsel iftiralarını, laikliği anlatan sayfalardan çok, Zsa Zsa Gabor’un reklam amaçlı cinsel fantezilerini, akılcılık ve bilimselliği anlatan sayfalardan çok Bulgar kızı Miti’nin beklentilerini okumak beni üzdü. Atatürk bağımsızlıktır.” dedi ve sustu.
   Üzülmüştü eşim.
   Sait Faik Abasıyanık, ‘Haritada Bir Nokta’ adlı öyküsünü “Yazmazsam deli olacaktım.” diye bitirmişti ya…
   Aklıma o an yazmak geldi.


Hüseyin Kenan GÖREN

8 Kasım 2018 - Lüleburgaz